İFK OLAYI
İfk olayı Hz aişe hakkımda münafıkların uydurduğu dedikodudur. İfk Hadisesi, Hz. Âişe (r.a.) validemize, münafıkların reisi Abdullah b. Übey tarafından yapılan iftira hadisesidir. Hadise şöyle cereyan etmiştir:
Hz. Âişe’den (r.a.) öğrendiğimize göre, Resûlullah (a.s.m.) herhangi bir sefere çıkacakları zaman Ezvac-ı Tâhirat arasında kur’a çeker, kur’a kime düşerse onu beraberinde götürürdü.
Benî Müstalık Gazâsı’nda ise, kur’a, Hz. Âişe validemize düşmüştü.
Benî Müstalık Gazâsı’nda ise, kur’a, Hz. Âişe validemize düşmüştü.
Hadisenin bundan sonrasını bizzat Hz. Âişe validemiz şöyle anlatmıştır:
“Resûlullah’la beraber sefere çıkmıştım. Bu sefer, hicab ayeti inzâl buyrulduktan sonra idi. Bunun için ben hevdeçin içinde taşınır, konak yerine de yine hevdeç içinde indirilirdim. Bu suretle gittik.
“Resûlullah (a.s.m.) bu gazâsından (Benî Müstalık) dönüyordu. Medine’ye yaklaştığımızda bir konak yerine indi. Gecenin bir bölümünü orada geçirdi. Sonra göç edilmesini emretti.
“Hareket emri verildiği zaman, ben kalkıp ihtiyacımı gidermek için yalnız başıma ordudan ayrılıp gittim. Kaza-yı hacet ederek, dönüp bindiğim devenin yanına geldim. Göğsümü yokladığımda, Yemen göz boncuğundan dizilmiş gerdanlığımın kopmuş olduğunu fark ettim (Bu gerdanlığı annesi Ümmü Rûman düğün hediyesi olarak takmıştı). Dönüp gerdanlığımı aramaya koyuldum. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu. Ben öyle zannetmiştim ki sefere iştirak etmiş olanlar bir ay bekleseler dahi, benim devemi, ben hevdeçte bulunmadıkça sevk etmezler. Hâlbuki yolda bana hizmet edenler, gelip hevdecimi yüklemişler, bindiğim deveyi de hareket ettirmişlerdi. Onlar beni hevdeç içinde sanıyorlarmış.
“Nihayet ben gerdanlığımı bulup döndüm ama hayli zaman geçmişti.Ordu yürüdükten sonra oraya ulaşmışım.Tabi gelen giden arayan soran yoktu.Çaresiz eski yerime çömelip bekledim.Benim yokluğumun farkına varıp,dönerek beni arayacaklarını ummuştum.
“Safvan b. Muattal, ordunun arkasına kalır, halkın mallarını araştırır, bir şey kalmışsa, kaybolmamak için, alıp diğer konak yerine götürürdü.
“Safvan, askerin arkasından yürüyerek, sabaha karşı bulunduğum yere doğru gelmiş. Uyuyan bir insan karaltısı görünce, gelip başucuma dikilmiş ve beni görür görmez tanımış. Çünkü bize hicab ayeti inmeden evvel, onun beni görmüşlüğü vardı.Bense uyku basmış uyuya kalmışım.
“Hemen onun sesine uyandım. Çarşafımla yüzümü örtüp büründüm.
“Vallahi, onunla ne bir kelime konuşmuşuzdur, ne de istircadan [“İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn”dan] başka ondan bir kelime işitmişimdir.
Hemen arkasından da bineyim diye devesini çöktürdü. Ben kalkıp deveye bindim Kendisi de devenin başını, yularını çekerek askere yetişmek için süratle ilerlemeye başladı.
Hemen arkasından da bineyim diye devesini çöktürdü. Ben kalkıp deveye bindim Kendisi de devenin başını, yularını çekerek askere yetişmek için süratle ilerlemeye başladı.
Böylece orduya öğle sıcağında bir konak mahallinde ulaşmış olduk.İşte oradada olan olmuş benim hakkımda.Bana iftirayı meğer Abdullah b.selül orada başlatmış.
Hz. Âişe der ki:
“İftiracılar, aleyhimde söyleyeceklerini söylemişler, ordugâh çalkalanmış! Vallahi, benim bunların hiçbirinden haberim yoktu!”
Ne var ki kalplerinde hastalık bulunan, dilleriyle “İman etti” deyip, kalben iman etmemiş bulunan ve işleri güçleri mü’minleri birbirine düşürmek olan münafıklar, hususan Abdullah b. Übey b. Selûl, bunu bir ganimet bilmiş ve diline dolayarak Hz. Âişe validemize iftirada bulunmuştur. Maksadı, üzerine toplanan nazarları dağıtmak, Resûl-i Kibriya Efendimizin nâzik ruhunu rencide etmek ve Müslümanları birbirine düşürmek, onların birbirine karşı olan itimatlarını sarsmaktı.
iftira hadisesinden, Hz. Âişe’nin uzun bir müddet haberi olmamıştı. Bu hususu Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatır:
“Medine’ye gelince, ben, çok geçmeden ağır bir hastalığa (humma) tutuldum. Bir ay çektim. Meğer bu esnada halk arasında Ashab-ı İfk’in iftiraları dolaşıyormuş! Ben ise olanlardan bütünüyle habersizdim. Aleyhimde iftiraları Resûlullah’la annem ve babam da duymuşlar, fakat bana hiçbir şeyden bahsetmiyorlardı.
“Yalnız, hastalığımda beni şüphelendiren bir husus vardı: Nebi’den (a.s.m.) daha önce hastalığım zamanında görmüş olduğum lütuf ve şefkati bu hastalığım esnasında görmüyordum. Ve adımı bile zikretmeden ‘Hastanız nasıl?’ diyor ve bununla iktifa ediyordu. Benim, iftiracıların uydurduklarından hiç haberim yoktu.”
Söylenenleri Hz. Resûlullah, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Âişe’nin anneleri duymuş olmasına rağmen, Hz. Âişe’ye bir şeyden bahsetmiyorlardı. Ancak yukarıda zikrettiğimiz şekilde, Hz. Resûlullah’ın kendisine karşı tavrından Hz. Âişe endişe duyuyor ve üzülüyordu. Fakat bunun sebebinden haberi yoktu.
Hastalığında, Hz. Âişe’ye annesi Ümmü Rûman bakıyordu.
Bir gün yine Resûlullah, selam verip yanına girdi. Hz. Âişe’nin ismini zikretmeden, “Hastanız nasıldır?” diye sordu. Başka da hiçbir şey konuşmadı.
Hz. Âişe der ki:
“(Bunun üzerine) Artık kendimi tutamadım. ‘Yâ Resûlallah! Şimdiye kadar görmediğim eziyeti görüyor ve çekiyorum. Bana müsaade etsen de annemin evine gitsem. Hastalığıma orada bakılsa olmaz mı?’ dedim.
“Resûlullah, ‘Gitmende bir mahzur yok’ dedi.
“Ben, ebeveynimin yanına gidip, aleyhimde haberin iç yüzünü anlamak istiyordum.
“Resûlullah, yanıma bir hizmetçi katıp, beni babamın evine gönderdi.
“Annem, ‘Kızcağızım, sen niçin geldin?’ diye sordu.
“‘Anneciğim!’ dedim, ‘Halk, benim aleyhimde neler söyleyip duruyormuş da, siz bana hiçbir şey sızdırmadınız!’
“Annem, ‘Kızcağızım,’ dedi. ‘Sen kendini hiç üzme, sıhhatini düşün. Vallahi, bir kadın senin gibi güzel ve kocasının yanında sevgili olsun ve onun birçok ortağı bulunsun da onu kıskanmasınlar ve onun aleyhinde birtakım lâflar çıkarmasınlar; bu pek nâdirdir!’
“‘Babamın bundan haberi var mı?’ dedim.
“‘Evet...’ dedi.
“‘Resûlullah’ın da haberi var mı?’ diye sordum.
“‘Evet...’ dedi.
“Kendimi tutamadım, ağladım.
“Babam, damda Kur’an okuyordu. Sesimi duyunca, indi. Anneme, ‘Nedir bu hali?’ diye sordu.
“Annem, ‘Aleyhindeki dedikodulardan haberi olmuş’ dedi.
“Babamın da gözleri yaşla doldu.
“O gece, sabaha kadar hep ağlayıp durdum.”
Aslında Resûl-i Ekrem Efendimiz, zevcesi Hz. Âişe’nin böyle bir isnattan uzak olduğunu çok iyi biliyordu; ancak böylesine haince ve sinsice plânlı bir iftiranın halk arasında yayılması, kendisini son derece üzmüştü. Bu, Hz. Âişe’ye karşı ister istemez tavrını değiştirmesine sebep olmuştu. Nitekim mescitte irad ettiği hutbede bunu açıkça ifade ediyordu:
“Ey Müslümanlar cemaati! Ailem aleyhindeki iftirasıyla beni üzüntüye düşüren bir şahsa karşı bana kim yardım eder? Hâlbuki, vallahi ben, ailem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Onlar (iftiracılar), öyle bir adamın ismini de ileri sürdüler ki ben onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum.”
Peygamberimizin, Hz. Âişe’yle Konuşması
Hz. Âişe’ye iftira edilişin üzerinden bir ay gibi uzun bir müddet geçmiş olmasına rağmen, Resûlullah’a (a.s.m.) bu hususta herhangi bir vahiy inmedi.
Mescitte ashabına irad ettiği hitabesinden birkaç gün sonra, Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Selam verdikten sonra, Hz. Âişe’nin yanına oturdu ve “Ey Âişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnatlardan uzak isen, yakında Allah, seni onlardan berî ve uzak olduğunu açıklar. Yok, eğer böyle bir günaha yaklaştınsa, Allah’tan af dile ve O’na tevbe et! Çünkü kul, günahını itiraf ve sonra da tevbe edince, Allah da ona afv ile muamele buyurur.”
Hz. Âişe, o andaki durumunu da şöyle anlatır:
“Resûlullah (a.s.m.) sözlerini bitirince, gözümün yaşı kesildi. Öyle ki gözyaşından bir tek damla bulamıyordum.
“Hemen babama dönüp, ‘Resûlullah’a bu hususta benden taraf cevap ver’ dedim.
“Babam, ‘Vallahi kızım! Resûlullah’a (a.s.m.) ne diyeceğimi bilemiyorum!’ dedi.
“Sonra anneme döndüm. ‘Resûlullah’a (a.s.m.) bu hususta benim tarafımdan sen cevap ver’ dedim.
“O da, ‘Vallahi, ben de Resûlullah’a ne diyeceğimi bilmiyorum!’ dedi.”
Hz. Âişe’nin Cevabı
Baba ve annesi Resûlullah’a herhangi bir cevapta bulunmayınca, Hz. Âişe bizzat konuşmak mecburiyetinde kaldı. Şehâdet getirip, Cenab-ı Hakk’a hamd ve senâda bulunduktan sonra, “Vallahi” dedi. “Ben anladım ki siz halkın yaptığı dedikoduyu işitmişsiniz. Hatta onlara inanmış gibisiniz! Şimdi, ben size o kötülükten uzağım, desem —ki Allah biliyor, uzağımdır— beni doğrulamazsınız! Faraza, ben, kötü bir iş yaptım (!) desem, —ki Allah biliyor, ben böyle bir şeyden uzağım— siz, beni hemen tasdik edersiniz! Vallahi, ben kendim için de, sizin için de Yakub’un (a.s.) oğullarıyla olan misâlinden başka getirecek misâl bulamıyorum. Nitekim o zaman o, ‘... Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Sizin şu anlatışınıza karşı yardımına sığınılacak, ancak Allah’tır’demişti.”
Peygamberimize Vahyin Gelişi
Henüz Resûl-i Kibriya Efendimiz yerinden kalkmamıştı. Ev halkından da hiç kimse dışarı çıkmamıştı. Peygamber Efendimize hemen orada vahiy geldi. Hz. Âişe o ânı da şöyle anlatır:
“Resûlullah’ı, vahyin ağırlığı ve şiddetinden terlemek gibi vahiy alâmetleri bürüdü. Nitekim vahiy sırasında, kış günleri bile kendisinden inci tanesi gibi ter dökülürdü. Resûlullah’ın (a.s.m.) üzerine elbisesi örtüldü, başının altına da derinden bir yastık konuldu. Vallahi, ben ne korktum, ne de aldırış ettim. Çünkü o fenalıktan uzak olduğumu ve Allah Teâlâ’nın bana zulmetmeyeceğini biliyordum. Annemle babamın ise, halkın ağzında dolaşan dedikodular, Allah tarafından doğrulanacak diye korkularından ödleri kopuyor, cansız düşüvereceklerini sanıyordum.”
Vahiy hali Resûl-i Kibriya Efendimizin üzerinden kalkınca, sevincinden gülüyordu. Hz. Âişe’ye, “Müjde ey Âişe! Yüce Allah, seni, kesin olarak , yapılan iftiradan berî ve uzak kıldı.” dedi.
Hz. Ebû Bekir de son derece sevindi. Yerinden kalkıp, kızı Hz. Âişe’nin başını öptü.
İnen Ayetler
Cenab-ı Hak, konuyla ilgili olarak Resûlüne indirdiği ayet-i kerimelerde şöyle buyurdu:
11)“O İftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nisbetinde cezası vardır. Bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır.
12) Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: “Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!” demeniz gerekmez miydi?
13) O iftiracılar dört şahit getirselerdi ya! Şahitlerini getirmediklerine göre, onlar Allah katında (Allah’ın hükmüne göre) yalancıların ta kendileri olarak tescil edileceklerdir.
14) Hem dünyada hem de ahrette, Allah’ın lütuf ve merhameti sizinle olmasaydı, daldığınız bu yaygaradan dolayı mutlaka başınıza müthiş bir ceza gelirdi.
15) O sırada siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiç bilginiz olmayan sözleri ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu basit, önemsiz bir şey sanıyordunuz. Halbuki o, Allah’ın nazarında pek büyük bir vebaldi!”(Nur, 24/11-15).
Böylece, Cenab-ı Hak, vahiyle Hz. Âişe hakkında söylenenlerin bir iftiradan ibaret olduğunu haber vererek hem Resûlünün temiz ruhunu ve pâk vicdanını üzüntüden kurtardı, hem Hz. Ebû Bekir’in şahsiyetinin küçük düşürülmesine müsaade etmedi, hem de Müslümanlar arasında zuhur eden fitne ve fesadın büyümesine fırsat vermedi.
En Üstün Beraat
Bir gün, Hz. Abdullah b. Abbas’tan, Hz. Âişe’yle (r.anha) ilgili ayetlerin tefsiri sorulmuştu. Şu izahta bulunmuşlardı:
“Yüce Allah, dördü dört şeyle beraat ettirmiş, yapılan iftiralardan onları temize çıkarmıştır:
“1) Hz. Yusuf’u, Züleyha’nın kendi ehlinden getirilen bir şahidin diliyle beraat ettirmiştir.
“2) Hz. Mûsa’yı, Yahudilerin dedikodularından, elbisesini alıp getiren taşla beraat ettirmiştir.
“3) Hz. Meryem’i, kucağındaki oğlunu dile getirip, ‘Ben Allah’ın kuluyum’ diye söyletmek suretiyle temize çıkarmıştır.
“4) Hz. Âişe’yi ise, Yüce Allah, kıyamete kadar bâkî kalacak olan i’cazkâr kitabı Kur’an’daki o azametli ayetlerle beraat ettirmiştir; ki bu derece belâğatlı temize çıkarmanın benzeri görülmemiştir. Bakınız da, bununla diğer beraat ettirmeler arasındaki büyük ve üstün farkı görünüz.
“Yüce Allah, bunu ancak Resûlünün mertebesinin yüceliğini ortaya koymak için yapmıştır.”
İftiracıların Cezaya Çarptırılmaları
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bu vahyi müteakip halka etti, sonra da gelen Kur’an ayetlerini onlara okudu.
Bilâhare, yapılan iftirayı dilleriyle yaymakta en çok ileri giden Mistah b. Üsâse, Hassan b. Sâbit ile Hamne binti Cahş’a had vurulmasını emretti. İftiracılara had olarak seksener kamçı vuruldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder